24 Eylül 2012 Pazartesi


Dünya Edebiyatı Kavramının Nitelikleri
Goethe'nin Weltliteratur diye adlandırdığı dünya edebiyatı kavramı pek çok tartışmayı da beraberinde getirerek edebiyat dünyasında önemli bir yer edinmiştir. Tartışmaların soruları böyle bir tanımlamanın niteliklerini belirleme açısından oldukça önemlidir. Böylesi kapsamlı bir tanım hangi yollarla mümkün kılınabilir? Dünya edebiyatı kavramından anlaşılması gereken nedir? Bu kavramın gerekliliği nedir? Ulusüstücülük bu tanımın esas koşulu mudur? Bütün bu sorular dünya edebiyatı kavramının ortaya atılışından bu yana tartışılmaktadır. Bir dünya edebiyatı oluşturma çabasının ilerlemesi için tüm bu soruların kapsamlıca ele alınıp incelenmesi ve üzerinde daha çok tartışmanın yürütülmesi gerektiği aşikardır.
David Damrosch, What is world literature? adlı kitabında dünya edebiyatı kavramının kavranılamaz, sonsuz çalışma içeren bir kanon olmadığını söyler (5). Damscroch'un bu ifadesinden dünya edebiyatının incelenebilir bir alan olduğu sonucu çıkarılabilir. Peki, bu incelenebilir alanın sınırları nasıl çizilebilir? Bu bakımdan ilk olarak dünya edebiyatı tanımı içine nelerin girip nelerin tanım dışında kalacağını belirlemek gerekir. Burada iki temel sorun göze çarpar. İlki, kavramın zamansallığı, ikincisi alanı ile ilgilidir. Damrosch, dünya edebiyatının çok kültürlü olmasının yanı sıra çok zamanlı yapısını da vurgular (16). Yani, dünya edebiyatının sadece günümüzün ya da günümüze yakın aralıklardaki eserleri inceleme alanına dahil edip, diğerler aralıkları dışlaması problemli durmaktadır. Öte yandan zaman aralığının nereden başlaması gerektiği konusu da sorunlu durmakta. Bir dünya edebiyatı kavramı yaratılacaksa, kavramın çok zamanlı olabilmesi için bir başlangıç noktası seçmek gerekir mi? Bu soruyu cevaplamak oldukça güç görünmektedir ve böyle bir başlangıcın ne olabileceği tartışmaya oldukça açık kalır. Zaman aralığını bu denli genişletmek bu konuda çalışmayı da güçleştirir. Böylesi geniş bir aralıkta kim, nasıl inceleme yapabilir ki? Öte yandan, bu aralığı daraltmak da Damrosch'un presentism dediği soruna yol açar. Yani dünya edebiyatı sadece günümüz düzeyinde kalır ve geçmişin getirilerinden yoksun kalır ki bu durum dünya edebiyatı kavramının zayıflamasına neden olur. Dolayısıyla dünya edebiyatına zamansal bir sınır çizmek oldukça güç olsa da, belirli bazı zaman aralıklarına sıkışıp kalmaktan ve sadece günümüze yönelmekten uzaklaşıp geçmişi de göz önünde tutmak olumlu bir tutum gibi görünmektedir.
İkinci olarak kavramın alanına bakacak olursak, şu soruyu sormamız gerekir: Dünya edebiyatı neleri kapsayıp neleri dışlayacaktır? Goethe'nin yaptığı gibi sadece klasiklere ve belirli coğrafyanın eserlerine mi bakmak gerekir, yoksa Moretti'nin dediği gibi kanonu genişletmek daha mı anlamlıdır? Birinci tutum kavramın yapısına ters gibi görünmekle beraber, ikincisinin kavrama yakınlığı dikkat çeker. Sadece klasikleri ve belirli eserleri dünya edebiyatına katmak ve diğerlerini bu çerçeveden dışlamak kavramın gerekliliklerini yok etmek gibi görünmekte. Üstelik klasiklerin ve başyapıt diye nitelenen eserlerin de belirleniminin neye göre yapılması gerektiği konusu sorun teşkil etmektedir. Öte yandan kanonu genişletmek daha uygun görünmekle beraber kendi sorunlarını da beraberinde getirir. Örneğin Moretti'nin önerisi olan "mesafeli okuma" metodu oldukça tartışmalıdır. Moretti "Dünya Edebiyatı Üzerine Düşünceler" adlı makalesinde "Dünya ve okunmamış sözcüklerini aynı anda kullanmak belki de zihnimizi bulandırıcı bir çaba olur. Yine de ben bunun en büyük şansımız olduğunu düşünüyorum, çünkü bu görevin kapsamının derinliği, dünya edebiyatının salt edebiyat olamayacağını, ondan daha fazla bir anlam taşıdığını çok açık bir biçimde gözler önüne serecektir; gerçi bu, şu anda yapabileceğimiz şeydir zaten, ama bununla yetinmeyip, bunu aşmak durumunda olduğumuzu bilmemiz gerekir" der. Dolayısıyla mesafeli okumayı dünya edebiyatı için bir sistem yaratma amacı olarak önerir. Her ne kadar Moretti'nin bu metot ile spesifik olanı göz ardı ettiğine dair argümanlar olsa da mesafeli okuma, en azından alanı daraltmamak, yani dünya edebiyatı adı ile belli bir eser topluluğunu ele almamak açısından dikkate değerdir.
Dünya edebiyatı kavramı tartışılırken ele alınan bir diğer kavram ulusüstücülüktür. Dünya edebiyatının olmazsa olmaz koşulu gibi görünen ulusüstücülük kavramı, kavramın çıkış noktası olarak görülür. Dünya edebiyatı uluslar ötesidir ve bu özelliği sayesinde mümkün kılınır. Peki, dünya edebiyatı nasıl ulus ötesine geçebilir ve bu hangi açılardan mümkündür? Pascale Casanova, "Dominasyon" adlı makalesinde ulusüstücülüğün dünya edebiyatı kavramı için zorunlu olmadığını hatta kavramın incelenmesi bakımından zarar verici olduğunu söyler. Ulus olgusu varlığını hala güçlü bir şekilde hissettirirken onu dışlamak dünya edebiyatının yapısını anlama açısından yanlış olur (7). Bu düşünce makul görünmektedir. Günümüz dünyasında ulus kavramı hala varlığını sürdürür ve kendi koşullarını yaratır. Bu koşulların edebiyata yansıması da kaçınılmazdır. Dolayısıyla dünya edebiyatından bahsederken ulusları ve koşullarını göz ardı etmek biraz sorunlu durmakta. Ayrıca Casanova'nın dominasyon adını verdiği edebiyat dünyasındaki egemenlik olgusu da dünya edebiyatındaki ilişkileri anlama açısından yadsınamaz görünüyor. Öte yandan  yazarları sadece uluslarıyla sınırlamak, onlara belirli ulusal kimlikler yüklemek ve onları sadece bu perspektif ile ele almak da oldukça dar bir bakış açısıdır. Dünya edebiyatının ulusüstücü olup olamayacağı ve aslında ulusüstücülükten ne anlaşıldığı tartışmaya açıktır. Bu noktaların daha fazla tartışılması dünya edebiyatı kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için gereklidir.
KAYNAKÇA
Casanova, Pascal. "Dominasyon". Çev. Saadet Özen. Varlık 12-16 (Ocak 2009): 7-13
Damrosch, David. What's World Literature? Princeton&Oxford: Princeton UP, 2003.
Moretti, Franco. "Conjectures on World Literature". 09.05.2011.                                                   <http://www.newleftreview.org/?page=article&view=2094 New Left Review>



Bilge Karasu'nun Gece'sine Dair
Gece'nin İçindeki Şehir ve Eksik (Manqué) Yazar
Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge adlı kitabında Gece için şöyle der: "Yazıda kusursuzluğa ulaşma isteğinin bedelidir sanki Gece. Uçsuz bucaksız, tehlikeli, kararsız gece, doğurduğu düş düzeniyle, yalnızca metnin izleği olan imgeyi vermekle kalmaz, anlatının düzenini de belirler sonunda" (Gürbilek 203 ). Bu bağlamda Gece'yi bir yaratımı, yazımı anlatan bir roman olarak okumak anlamlı olacaktır. Elbette Gece'yi tek bir okumaya sığdırmak onun çoklu yapısını görmezden gelmek demektir, bu nedenle basamaklardan sadece biridir.
Maurice Blanchot'un dediği gibi yazının geceye ait bir yapısı vardır. "Yapıt, kendisini ona adayan kişiyi olanaksızlığa dayanaklı olduğu noktaya doğru çeker. Özünde geceye değgin bir deneyimdir bu, hatta gecenin deneyiminin ta kendisidir" (Aktaran İleri 70). Böylelikle, gece yaratıcılığın simgesi, gecenin işçileri de  "demirden yapılmış, güzel sepilenmiş derilerden kesilmiş, seçkin ağaç türlerinden yontulmuş, esnek reçinelerden dökülmüş" (Karasu, Gece 18) aletleriyle pekâlâ yazarlar olarak görülebilir.  Metnin içinde bu durum her zaman sezdirilir, yazarın gecenin işçileri ile olan ilişkisinin sınırları belirsizleşir, hatta bazen açıkça onlarla yardımlaşma içinde olduğu söylenir.
Zaten gecenin işçilerinin başı gibi görünen O.'nun kendisi de yazar değil midir? Gecenin işçilerinin gündüz saatlerindeki huzursuzluğu, tedirginliği yazarın yazmadığı zamanlardaki durumunu andırır. "Gecenin bir yerinde, bir düşün loş sularına dalıp yüzmeğe başladıklarında kendilerini taşıyan ellerin üzerinde, bir çocukluk evine dönenler gibidir, gecenin işçileri" (36). Tıpkı yazarın yaratım sürecindeki haline benzer bir durum söz konusudur.
Gece'ye böyle bir açıdan baktığımızda metnin içinde geçen bazı imgeleri de eksik yazar (manqué writer) açısından incelemek mümkün kılınır. Kentin kendisi de eksikliğe, bitmemişliğe gönderme yapar. İleri bu konuda şöyle der:
Gece'nin içine yerleştirilmiş kent dekoru, metnin bir imgesini metnin içinde yineler. Bitirilip bitirilmediği kestirilemeyen, bitmiş görünen bölümleri olduğu gibi yer yer sıvası bile vurulmamış yapılar, havada asılı kalmış, kesişen merdivenleri, karanlık boşlukları, birbirinden habersiz iki kurumu barındıran iç yapısıyla tuhaf "Bilgiler Sarayı", her seferinde başka bir noktaya çıkan "Rahneler Caddesi" henüz yapılmakta olan kent, tamamlanmamışlığı ile metnin "taslak" imgesini taklit eder. (İleri 89)
Dolayısıyla, metinde bahsedilen Ulusal Kitaplık ya da Bilgiler Sarayı bize metnin kendisi hakkında bazı ipuçları verir. Ulusal Kitaplık başlarda heyecan yaratsa da uzun yıllardır yapımı tamamlanmamış, yarım kalmış, varlığından bile emin olunamayan ve herkese başka şeyler ifade eden bir yapıdır (Karasu, Gece 75). N. bu yapının içinde ilerlerken düş gördüğünden dahi şüphelenir; çünkü yapının gerçeğe hiç de uygun olmayan özellikleri vardır. Ulusal Kitaplık birbiriyle kesişen, fakat tek bir yapı haline gelememiş merdivenlere sahiptir. N. bu merdivenlerle ilgili düşüncelerini şöyle ifade eder: "Usum almıyordu bu kesişen, bitmemiş merdivenleri. Bunca yıldır, başka başka kişiler, başka başka tasarlarla yürütmüşlerdi herhalde yapı işini. Her gelen bir merdiven ekleyip işi bırakmış olacaktı bu son yıllarda" (68). Bu yapının bize metnin kendisini hatırlatması kaçınılmazdır, tıpkı yapı gibi metin de bitmemiştir, başka başka kişilerin yazdıklarıyla parçalı bir haldedir. Metin de yapı da taslak halindedir. Bilgiler Sarayı'nın (ya da Ulusal Kitaplık) aslında görünmeyen bir işlevi daha vardır ve bunu O.'nun anlatıcı konumuna geçtiği zaman anlarız. Bilgiler Sarayı aslında O.'nun çalıştığı yer, yani Güneş Harekâtı'nın düşünce merkezidir (92). O.'nun da yazar olduğu göz önüne alınırsa bu yapının metnin kendisini simgelediği şeklindeki yorum pekişir.
Şehir N.'nin içinde sıklıkla kaybolduğu, daha önceden hiç görmediği yapılarla karşılaştığı, sürekli değişim içinde olan bir yerdir. "[...] sokaklar-onarım, boru döşeme, boru değiştirme gerekçeleriyle- alabildiğine kazılıyor, yükseltilip alçaltılıyor, başka sokaklarla bağlantıları kesiliyordu. Kentin ortasından, bir çıkmazlar yumağı sağılmağa başlamıştı kent çeperlerine doğru. Kent inceliyor, yeni bir örüntü ediniyordu" (197).  Dolayısıyla, şehir de tıpkı yazı gibi yıkılır, yenilenir, biçim değiştirir. Kitapta sıklıkla adı geçen Rahneler Caddesi ise yine metnin eksikliğine bir göndermedir. "Bir düzey üstündeki yıkık, çatlak veya aralık"[1] anlamına gelen rahne metnin bütünlüksüz yapısına işarettir.
Tüm bunlar göz önüne alındığında gece yazarı içinde barındıran bir öğe, Gece'nin şehri ise aslında tamamlanamamış, bitmemiş, eksik gedik yapılarıyla, içinde kaybolunan, dolambaçlı, sürekli değişen, varlığından haberdar olunmayan yapıların ortaya çıktığı bir yer olmasıyla beraber ele alındığında yazının daha doğrusu söz konusu olan metnin tam olarak da kendisi olarak okunabilir. Şehrin ve metnin tüm bu öğeleri birleşmesi, aynı yöne işaret etmesi eksin yazarın Gece içinde nasıl ortaya çıktığını, ne gibi özellikler barındırdığını göstermesi açısından oldukça önemlidir.  İleri'ye göre metnin yazımı dahi bu özellikleri barındırır ve şehrin eksikliğini, belirsizliğini; kısaca yapısını yansıtır. "Yazı, havada asılı kalmış satırları, tamamlanıp tamamlanmadığı belli olmayan bölümleri, blokların içinde açılan, her sayfanın yarısını kaplayan boşluklarıyla kentin biçimini yinelemektedir" (İleri 89). Böylelikle, metin ve şehre bir bütün olarak bakıldığında eksik yazarın metin içindeki oluşumunu görmek de kolaylaşır.
KAYNAKÇA
Karasu, Bilge. Gece. İstanbul: Metis Yayınları, 2010.
İleri, Cem. Yazının da Yırtılıverdiği Yer: Bir Bilge Karasu Okuması. İstanbul: Metis Yayınları, 2007.
Gürbilek, Nurdan. Yer Değiştiren Gölge. İstanbul: Metis Yayınları, 2010.




[1]http://www.tdk.gov.tr/TR/Genel/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF4376734BED947CDE&Kelime=gedik

MELANKOLİK ÖZNE: ZEBERCET
Anayurt Oteli iletişimsizliğin, kıstırılmışlığın, yalnızlığın romanı olduğu kadar Zebercet'in süregelen sevilme ihtiyacının arayışı ve Zebercet'in melankolik kişiliği üzerinden de okunabilir. Melankolik öznenin bir özelliği olan kayıp olgusu Zebercet'in kişiliğinde ve hayatında da ortaya çıkar. Kitapta kaybedilen nesne olarak göze çarpan ilk şey "gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın" (g.A.t.g.k) gibi algılanabilirse de daha yakından baktığımızda bu kadının hem kaybedilen hem de kaybedilenin yerine konmaya çalışılan nesne olduğunu görürüz. Dolayısıyla, Zebercet'in melankolisinin nedeni sadece bu kadının kaybı değil, fakat asıl kaybettiği şeyin herhangi bir sevgi nesnesi olduğudur; çünkü Zebercet'in melankolisini yaratan en önemli durum onun sevgi nesnesi arayışı ve bir türlü bulamayışıdır. g.A.t.g.k ise onun bu arayışındaki son nokta halini alır ve gelmeyişiyle melankolinin de giderilememesine, daha da belirgin hale gelmesine neden olur.
Zebercet'in melankolisine neden olan kaybı Freud'un "Yas ve Melankoli" adlı makalesinde öne sürdüğü anlamda "kayıp" ile ilişkilendirmek mümkündür. Freud bu makalesinde yas ile melankolinin ayrı olgular olduğunu söyler ve melankolinin yapısını açıklamaya çalışır. Ona göre melankolide bir kayıp vardır; ama hasta neyi kaybettiğinin bilince değildir, bir başka deyişle sevilen nesne yitirilmiştir, fakat onda neyin yitirildiği belli değildir (Freud 3). Zebercet'in durumunda ise kaybedilen nesnenin kendisi de belirsizdir, sevilen tikel bir nesne kaybı g.A.t.g.k'a kadar söz konusu değilken, asıl kaybedilen sevgi nesnesi olgusunun kendisidir. Yani; Zebercet tüm arayışlarına rağmen kendisine bir sevgi nesnesi bulamaz dolayısıyla kendisi de hiçbir zaman sevginin öznesi olamaz. Freud'un bahsettiği kaybın ne olduğunun bilinemediği vakalar onun durumu için daha uygun olur. Zebercet de aslında neyi kaybettiğinin bilincinde değildir. Zebercet'in sevgi nesnesi arayışı kitap boyunca süregelir. Ortalıkçı kadınla, anlattığı fahişelerle, yolda karşılaştığı genç erkekle kurmaya çalıştığı ilişkiler onun bu arayışından izler taşır. Ortalıkçı kadınla bir nevi zorla kurduğu, hiçbir şekilde tepki alamadığı cinsel ilişkilerin aslında farklı olmasını ister. Tesadüfen tanıştığı bir genç erkeğin peşinden gitmesi, onla zaman geçirmesi de bu arayışın parçası olup, çocuğu otele çağıramamasıyla bir sonuca ulaşmaz. Aynı şekilde geçmiş yaşamında da beraber olduğu fahişelerle kurduğu ilişkilerde de bu eksikliği giderememiştir. Zebercet'in sevgi nesnesi eksikliğini doldurmaya çabalaması her seferinde başarısız olur.
Dolayısıyla Zebercet aslında kendisine sevilecek bir nesne arar, bu yoksunluğu kendisinin de farkında olmadığı, onun ağzından hiçbir zaman dile getirilmeyen, sadece davranışlarından anlayabildiğimiz bir kayıp haline gelir. Böylelikle, melankolik kişiliğin kaynağı olan bu kayıp onun hayatının tüm evrelerini etkiler, davranışlarına yansır, kurduğu ya da kurmaya çalıştığı, kaçındığı ilişkileri etkiler. Bu yoksunluğun asıl doruk noktasına ulaşması g.A.t.g.k'nın varlığı ile olur ve geri dönmemesi ile de Zebercet'in melankolisinin belirgin bir öğesi olarak karşımıza çıkar.Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın Zebercet'in aslında hiç sahip olamadığı, onun kişiliğine dair hiçbir şey bilmediği bir figür olarak karşımıza çıkar. Fakat bütün bu bilinmeyenlere rağmen Zebercet ona takıntılı bir halde bağlanır ve geri dönüşünü bekler. Zebercet'in sevgi nesnesi eksikliği durumu en güçlü şekilde bu kadın ile giderilmeye çalışılır. Yani, bu kadın Zebercet'in melankolisini giderecek bir nesne konumundadır. Freud'un makalesinde belirttiği "libido yatırımı" bu bağlamda ele alınırsa Zebercet'in melankolisinin asıl sebebi böyle bir yatırımın tam anlamıyla gerçekleşememesidir.
Zebercet'in sadece bir gün gördüğü, ama takıntılı bir şekilde tutkuyla bağlandığı bu kadının varlığı -daha doğrusu yokluğu- Zebercet'in her anına sinmiştir. Onun geleceğini düşündüğü günü bekleyişi, o güne hazırlanışı, kadının odasını kimseye vermemesi kadının önemini vurgulayan detaylardır. Zebercet sürekli kadının hayalini kurar ve takıntılı bir halde sürekli onun geldiği gün söyleyeceği sözleri düşünür. Zebercet bu kadına bağlanmış, onu sevilen nesne haline getirmiş, fakat bekleyişinin kadının gelmeyişi ile sonuçlanması ilişkisini zedelemiştir. Böylelikle, Zebercet için bir sevgi nesnesi halini alan ve söz verdiği tarihte geri gelmemesi ile g.A.t.g.k'a yatırılan libidonun yine Freud'un terimiyle geri çekilmeme durumu oluşmuştur. Zebercet'in melankolisi de bu libidonun başka bir nesneye yatırılamaması olarak ortaya çıkmıştır. Zebercet aslında terk edilen nesneye yaptığı libido yatırımını bir anlamda ortalıkçı kadın ve dışarıda tanıştığı genç bir erkekle gidermeye çalışmış ama başaramamıştır ve libido yeni bir nesne bulamamıştır. Böylelikle egonun içine çekilen libidonun kaybedilenle özdeşleşimi sonucu ego yitimi olur (Freud 3). Buna bağlı olarak g.A.t.g.k ile kurduğu ilişkide de hem sevgi hem de öfke barındırır. Kadının geleceği günün umuduyla bekleyen Zebercet için, kadının gelmemesi onun tüm umutlarını tüketir ve kadına aynı zamanda öfke de duymaya başlar. Bu öfke de melankolik öznenin ayrılmaz bir parçasıdır (4). Zebercet'in sevgi nesnesi artık "Canı cehenneme" (Atılgan 60) denilen bir öfkenin nesnesi de olmuştur. Öte yandan Zebercet kadının odasını adeta bir mabede çevirir ve odayı kadının bıraktığı haliyle korumaya çabalar, eşyaların yerlerini dahi değiştirmez. Böylelikle bir bakıma ikili bir tavır söz konusudur. Freud bu durumu narsistik temellerle açıklar: "Nesne ile yapılan narsistik özdeşim, erotik boşalımın yerine alır, dolayısı ile sevilen kişi ile çatışma yaşanmasına karşın sevgi ilişkisinden vazgeçilmesi gerekmez" (Freud 3).
Zebercet'in hem bir sevgi nesnesi arayışı, hem de bunun son hali olan g.A.t.g.k'ı bekleyişi ve onun gelmeyişiyle oluşan kaybı, onun melankolik kişiliğini oluşturmuş, Freud'un terimleriyle libido başka bir nesneye de yöneltilememiş ve böylelikle ego yitimi olmuştur. Öyle ki bir bakıma bu kayıp Zebercet'i intihara kadar sürüklemiştir. Böylelikle, Zebercet'in melankolisi Anayurt Oteli'nin her sayfasında kendini hissettirmiştir.
KAYNAKÇA
Atılgan, Yusuf. Anayurt Oteli. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Sigmund, Freud. "Yas ve Melankoli". çev. R.Uslu ve O.E. Berksun. 8 Haziran 2011. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/21/64/608.pdf


DUBLINLİLER’DE TUTSAKLIK TEMASI
James Joyce’un Dublinliler’i pek çok açıdan incelenebilir, değişik temalara yer veren bir kitaptır. Bu temalardan belki de en göze çarpanı ve öykülerin neredeyse tümüne yayılanı bir tür tutsaklık halidir. Ana karakterlerin içlerinde bulundukları değişik durumlardan kimi zaman birtakım engeller yüzünden, kimi zamansa hiçbir engel yokken çıkamadıklarını görürüz. Eveline önünde hiçbir engel olmamasına rağmen tutsaklığına devam etmeyi seçerken, Mr Farrington’ın önünde aile, iş gibi engeller vardır. Tutsaklık hali değişik olaylar ve bağlılıklar üzerinden aktarılır ve genellikle Dublin’den kaçma isteğine dönüşür. Dublin tutsaklığa neden olan faktörlerin ana sebebi gibi görülür ve Dublin’den öte ülkelerde bu bağlanımlardan uzak, farklı, ilginç ve çekici bir yaşamın hayali kurulur. Chandler bu nedenle arkadaşı Gallaher’a özenir, onun gibi olmak ister. Eveline için Arjantin bambaşka bir hayatın simgesi haline gelir. Dublinliler’deki tutsaklık teması kaçma isteği ile karşılaştırılsa da sonuç olarak tutsaklık bir tür paralize olma, rutinler karşısında değişememe ve hareketsizlik ile devam eder. Ana karakterlerin bu hareketsizlik hali kitap boyunca çeşitli imgelerle de desteklenir, hatta ilk öykü olan “Kızkardeşler”deki James Flynn gerçek anlamda felç geçirmiştir. Dublinliler tutsaklık teması üzerinden okunduğunda, bu tema ile iç içe ilerleyen üç temel öğe göze çarpar: rutin, paralize olma hali ve kaçma arzusu.
I. RUTİN  
Dublinliler’de tutsaklık genellikle memnun olunmayan rutin bir hayatın içine sıkışıp kalma biçiminde ortaya çıkar. “Bir Karşılaşma”nın ana karakterinin bir çocuk olarak söylediği şu sözler bu bakımdan önemlidir: “Sonunda akşamki savaş taklitleri de sabahın okul tekdüzeliği gibi sıkıcı gelmeye başlamıştı, çünkü artık başıma gerçek serüvenler gelmesini istiyordum. Ama gerçek serüvenler de evde oturan insanlara gelmez diye düşünüyordum: uzaklarda aramalı onları” (Joyce 27). Tutsaklık böylelikle rutinin dışına çıkma, içinde olunan hayatın dışında yeni bir şeyler keşfetme isteğine dönüşür. Tutsaklığa sebep olan hayat sıkıcı, tekdüze ve gündelik belirli işlerden oluşan bir zaman geçirme durumudur. “Bir Karşılaşma”daki öğrenciler için her gün okula gitmek, okulun gerektirdiği ödevleri yapmak, günün belirli zamanında belirli oyunları oynamak, belirli kurallara uygun yaşamak tutsaklığa neden olan başlıca etmenler olarak karşımıza çıkar. Rutinin yarattığı tutsaklığın bir diğer şekli “Eveline” öyküsünde görülür. Ana karakter Eveline’in hayatı sıradan gündelik olaylardan oluşur. Bir mağazada çalışan Eveline için hayat babası ve kardeşleriyle yaşadığı evin gündelik işlerini yapmak ve çalışmak arasında geçmektedir. Ev onun bu tutsaklığının merkezi olarak, alışılmış nesneleriyle; dışarıya karşı bir çeşit korunak olarak karşımıza çıkar.  Böylelikle sürekli aynı işlerin yapılması ve bir tür değişememeden kaynaklanan tutsaklık Eveline’in hayatı için de geçerlidir. “Pansiyon” ise bir kişinin tutsaklığından ziyade hem Polly’nin hem de Mr Doran’ın tutsaklıkları ile göze çarpar. Polly annesinin kararlarının tutsaklığı altında, Mr Doran ise hem annenin hem de toplumun kıstırılmışlığı altındadır. “Küçük Bir Bulut”ta ise Joyce tutsaklığın açık bir örneği olarak Chandler’i yaratır. Chandler ile Gallaher’ın hayattaki zıt yerleri Chandler’in sıkışıp kalmışlığını iyice belirgin hale getirir. Gallaher’ın hayatında olmayan monotonluk, Chandler’in hayatına egemendir. Sevmediği bir işi, ailesi, düzenli bir yaşamı vardır. Gençliğinden kalma ve sıradanlığının içinde ona başka bir hayatı hatırlatan şiir kitapları bile aslında onun tutsaklığının bir göstergesidir; öyle ki onları karısına okumak istediği halde bunu yapamaz (77). Chandler’in ailesi ve işi ile çevrelenen hayatının yarattığı tutsaklık öykünün sonunda çocuğuna bağırışı ile bir çeşit yakınma haline dönüşür. Benzer bir olayı “Suretler”de Mr Farrington da yaşar ve o da iş ve ev yaşamı arasındaki kıstırılmışlığı sebebiyle çocuğuna öfkelenir. Farrington da gündelik hayatın rutinlerinden dolayı mutlu olmasa da, bir tür tutsaklık içinde yaşamına devam eder. “Üzücü Bir Olay”ın ana karakteri Mr. James Duffy ise Dublinliler’in belki de rutine en bağlı olan karakteridir. Her gün aynı işleri yapar, aynı yerde yemek yer, aynı yerlere gider. Dublinliler’in son öyküsü olan “Ölüler”de de ana karakterlerin hepsi benzer rutinlerin içinde yaşamlarına devam etmektedir. Her yıl aynı partiye katılan bu insanların, yaşamlarında hep aynı olaylar süregelir. Böylelikle, Dublinliler’de tutsaklık temasının belirdiği ilk öğe yaşamlardaki aynılık, rutinler ve monotonluktur.
II.PARALİZE OLMA HALİ
Dublinliler’de tutsaklık temasıyla beraber giden bir diğer öğe paralize olma durumudur. Paralize olma hali tutsak olma haliyle iç içedir ve karakterlerin tutsaklıklarından çıkamama, kaçamama durumlarına neden olur. Joyce’a göre Dublin paralize olmuş bir şehirdir ve onda yaşayan insanlar da bu durumdadır. Dublinliler’in ilk öyküsü olan “Kızkardeşler”de Rahip Flynn’in gerçek anlamda felç geçirmiş olması bu imgenin önemini gösterir niteliktedir. Flynn’in hayatında da bu imgenin önemini görürüz. Flynn “umduklarını gerçekleştirememiş bir adam”dır (23) ve kırdığı kutsal şarap tası yüzünden duyduğu suçluluklar hiçbir şey yapmaz olmuştur. Böylelikle, ana karakterin paralize olma halinin temel sebebi olarak karşımıza din çıkar. “Araby”de ana karakter her ne kadar eyleme geçmiş olsa da, ona bağlı olmayan sebeplerden ötürü uzun süre bir şey yapamaz, sadece bekleyişte kalır. Bekleyişinin sonunda ise ulaşmak istediği dükkâna gitse bile, kapanmış olmasından dolayı elinden hiçbir şey gelmez ve amacına ulaşamaz. Bir şey yapamama haliyle öfkelenir. Benzer bir paralize olma hali “Eveline”de de görülür. Frank ile beraber Arjantin’e giden gemiye son anda binmekten vazgeçen Eveline’in durumu tam olarak paralize olma halini yansıtır. Eveline’in ölmüş annesinin evi ve aileyi ona emanet etmesi Eveline’i paralize eder ve kendi hayatını yaşamayı seçmesini engeller. Annesine verdiği söz Eveline’in sürekli aklındadır ve aslında toplumsal bir duruma da işaret eder. Toplumun ondan beklediği bilmediği bir erkekle uzak bir ülkeye gitmesi değil, kalıp babası ve kardeşine bakmasıdır. “Pansiyon” bir şey yapamama, harekete geçememe halinin iki farklı yüzünü gösterir. Bir yanda Polly annesinin hâkimiyeti altında paralize olmuş durumdadır, öte yandan Mr Doran toplumdan gelecek olan baskı nedeniyle hareketsiz ve dolayısıyla seçimsiz kalır.  Polly’nin karar anını beklerkenki fiziksel hareketsizliği de paralize olma imgesini destekler. Polly kendi farkındalığı olmayan ve bu nedenle kendi hakkında bir seçim yapamayan, eli kolu bağlı bir haldedir. “Küçük Bir Bulut”un Chandler’ı paralize olma halini tüm hayatında sürdürmüş durumdadır. Hayatından memnun değildir, ama değişim için hiçbir şey yapmaz, adeta hayatına çivilenmiş halde kalır. Çocuğunun ağlamasıyla yaşadığı bir çeşit farkındalık ile o da diğer pek çok ana karakter gibi tutsaklığından ve eylemsizliğinden dolayı öfkeye kapılır. “Suretler”in Farrington’ı da Chandler ile benzer bir duruma sahiptir. Memnun olmadığı ve kendini tutsak hissettiği hayatını değiştirmek için hiçbir şey yapmaz, içkiye sığınır ve öfkesini çocuğundan çıkarır. “Üzücü Bir Olay”da ise Mr Duffy’nin yaşamının tümü bir paralize olma durumu halinde devam eder. Duffy’nin gerçek anlamda yaptığı hiçbir şey yoktur, aynı şeyleri tekrarlayan bir hayatı vardır. Değişimi ancak hayal eder ve değişim için uygun koşulların oluşmasını bekler, fakat bu uygun koşullar da asla oluşmaz (114). Paralize olmasının bir diğer durumu geçmişte Mrs Sinico ile yaşadığı ve kendisinin bitirdiği ilişkiyi Mrs Sinico’nun ölümü ile hatırlaması ve pişmanlık duymasıdır. Bu pişmanlığına dair yapabileceği hiçbir şey yoktur, hayatını değiştirmek için çok geç kalmıştır. “Ölüler” tüm karakterleri ile bir tür toplumsal paralize olma halini yansıtır. Öyküdeki karakterlerin toplandıkları her yıl düzenlenen parti, yaptıkları aktiviteler, yaşadıkları hayatlar onların içinden çıkamadıkları bir döngüyü gösterir. Bu döngü karşısında hepsinin yaşadığı bir eylemsizlik hali vardır. Fakat bu öyküde diğerlerinde olduğu gibi memnun olmama hali söz konusu değildir, aksine tüm karakterler hayatlarından memnun görünür. Öte yandan, öykünün sonundaki şehrin her yerini kaplayan kar imgesi paralize olma hali bakımından dikkate değerdir. Karın altında kalan kent ve tüm yaşayanlar eylemsiz kalma durumundadırlar. Böylelikle “Ölüler” hareket edememe, değişememe ve paralize olmanın bir topluma nasıl yayıldığını da simgelemiş olur. 
III. KAÇMA ARZUSU
Dublinliler’e hâkim olan tutsaklık temasıyla beraber giden bir diğer öğe Dublin’den kaçma, uzak ve yeni bir kente gitme arzusudur. Bu istek öykülerde değişik şekillerde ortaya çıkar, ama ortak noktalar barındırır. Böylelikle tutsaklığın sebeplerinden biri haline gelen Dublin şehri, kendisinden oldukça uzaklaşılması gerekilen bir yer haline gelir. Bu nedenle Dublin’den kaçış isteği ve uzak yerler imgesi öykülerdeki tutsaklık teması ile iç içe geçer. İlk öykülerden olan “Bir Karşılaşma”da uzak imgesi ilk cümlede belirir: “Bize Vahşi Batı’yı tanıtan Joe Dillon olmuştu” (25). Bir çocuğun gözünden aktarılan hikâyede kaçış Dublin’den olmasa da aslında şehrin kurallarını ve yaşam alanını simgeleyen okuldandır. Kaçış esnasında görülen Norveç gemisi, yabancı denizciler dikkate değer imgelerdir. Fakat Dublinliler’deki başka öykülerde olduğu gibi kaçmak ve uzaklaşmak aynı zamanda tehlikeyi de içinde barındırır ve çocuklar bir sapıkla karşılaşır. Böylece, uzaklaşma tehlikeyi de beraberinde getirmiş olur. Eveline’in Dublin’den kaçma isteği ise bambaşka ve oldukça uzak bir ülkeye gitme şeklindedir. Sevgilisi Frank uzak ülkelerden gelen, ona uzak ülkelerden hikâyeler anlatan bir gemicidir. Eveline’in kaçma isteği, uzak bir ülkede yeni bir hayat kurma isteğinden ileri gelir. Sevgilisiyle beraber Buenos Aires’e gidecek ve “Frank’le bir başka hayatı keşfe çıkacaktı” (45). Böylelikle, Dublin’den uzaklaşmak Eveline için, evden uzaklaşmak ve bilmediği bir ülkede yeni bir hayat kurmak anlamına gelir. “Küçük Bir Bulut”ta ise Chandler’ın hayali Londra’ya gitmektir. Onun Dublin’den kaçma isteği de yaşadığı hayata sıkışıp kalmışlığından ve hayallerini ancak bir başka uzak şehirde gerçekleştirebileceğini düşünmesinden dolayıdır. Arkadaşı Gallaher tıpkı Frank gibi pek çok ülke gezmiş, Chandler’ın gözünde pek çok macera yaşamış biridir. O da Frank gibi yabancı ülkelerde yaşadıklarını anlatır, uzağı bir çeşit mükemmellik içinde sunar ve Dublin’e geri dönme gibi bir düşüncesi yoktur. Chandler ise Dublin’den sadece Man adasına gitmek için uzaklaşmıştır ve bu durum Gallaher’ı güldürür: “Man adası! Londra’ya, Paris’e gitsene” (82). Dublin’i bir köy olarak gören (84) Gallaher, Chandler’ın gözünde Dublin’den kaçabilmiş biridir ve tüm söyledikleri ilgi çekicidir. Dublin’in sıkıcı hayatına karşılık onun hikâyeleri canlı ve heyecan doludur. Kendi ölülüğüne karşın Gallaher hayatı yaşayabilmiştir: “ Ne de olsa, yaşamıştı Gallaher, dünya görmüştü” (82). Böylelikle yaşamak ancak Dublin'in dışında gerçekleşebilen bir eyleme dönüşür.
Kaçma isteğinin diğer bir boyutunda ise kaçış isteği Dublin’den olmasa da içinden bulunulan hayata karşıdır. Neredeyse tüm öykülerin kahramanları tutsaklıklarını yaratan koşullardan, sınırlandırılmış hayatlarından kaçmak isterler. Bu istek genellikle rutinden, alışılmıştan kaçma şeklinde ortaya çıkar. “Bir Karşılaşma”daki çocuklar okulun sınırlayıcı hayatından kaçmak ister. “Araby”nin ana karakteri için kaçış aşk ile gerçekleşme umudunu taşır. “İki Çapkın”ın Lenahan’ı ve Corley’i hayatlarının sıkıcılığından, sevgisizliğinden ve parasızlığından kaçmaya çabalar. Corley para karşılığı kadınlarla beraber olurken, Lenehan da onu bekler ve yaşadığı hayattan kaçmaya dair hayaller kurar. “Pansiyon”un Mr Doran’ı içinse kaçış zorunlu bir evliliktendir. Doran’ın tek isteği bu zorunlu durumdan kaçabilmektir: “Damı delip uçmak, bu derdi bir daha işitmeyeceği başka bir ülkeye gitmek istiyordu, ama bir kuvvet onu basamak basamak itmekteydi” (74). “Suretler”in Mr Farrington’ı ise memnun olmadığı hayatından içki yoluyla kaçmaya çalışır. Memnun olmadığı işi onu isteklerini yapmaktan alıkoyar. Farrington’ın asıl kaçmak istediği hiç memnun olmadığı ve onu tutsak haline getiren bu iş yaşamından kaçmaktır. Öte yandan, ailesi de onun için bir tutsaklık nedenidir ve ailenin getirdiği sınırlandırmalardan da kaçmak ister. İskoç barında etkilendiği bir kadına Londralı şivesiyle “Ah, pardon” (Joyce 101) demesi yine hayatından kaçma isteğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. “Üzücü Bir Olay”ın Mr Duffy’i için kaçış isteği aldığı ölüm haberinden sonra olur. Aldığı haber üzerine geçmişte yaptıkları yüzünden pişman olan Duffy, yeni bir hayat, geçmişte yaptığı hatayı telafi eden bir hayat ister; fakat bu mümkün değildir.
Böylece, Dublinliler bu üç imgenin birleştiği bir kitap olarak okunabilir.
KAYNAKÇA
Joyce, James. Dublinliler. Çev. Murat Belge. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.