14 Ekim 2012 Pazar

Poetika Tanımının Olanaklılığı


Tzvetan Todorov, Poetikaya Giriş adlı kitabında poetikanın yapısını ve amacını, başka bir deyişle nasıl olması gerektiğini belirtir. Poetikanın tanımını ve kapsamını belirten Todorov, poetikanın tikel metinlerle değil onu ortaya çıkartan yasalarla ilgilenen, nesnesi edebiyat değil edebilik olan bir yaklaşım olduğunu öne sürer(37). Böylelikle bu yaklaşımın var olup olamayacağını sorgulamaktan çok, onun varlığını bir önkoşul olarak kabul edip, özelliklerini sıralamaya başlar. Peki, Todorov'un bu yaklaşımı ne derecede sağlam olabilir? Edebiliğin sınırlarını belirleyen böylesine genel bir yasa olması ve bütün edebi eserleri bu yasanın oluşturması mümkün olabilir mi? Böylesine bir genelleyici çerçeve sunmak aslında pek çok öğeyi dışlamaz mı? Ve son olarak, poetika tanımının işlevselliği nedir?
İlk olarak ele alınması gereken soru, Todorov'un tanımladığı poetikanın amacının ne olduğu ve bu amacın ne kadar uygun olduğudur. Todorov'a göre "Poetika, tek tek yapıtları yorumlamaya karşıt olarak, anlamı adlandırmayı değil her bir yapıtın ortaya çıkışını yöneten genel yasaların bilgisine ulaşmayı amaçlar"(37). Todorov, bu teziyle böylesine genel yasaların varlığını öncelikli olarak kabul etmiş olur. Peki, böyle bir ön kabul, poetika tanımını zedelemez mi? Diğer bir yandan Todorov'un amacının, yani edebiliğe bir dayanak oluşturma çabasının gereksiz olduğu söylenemez; fakat poetikaya yüklediği amacın bu denli önemli bir özelliği bir ön kabul olarak ele alması ve bunun doğruluğunun tartışmaya açık olmaması Todorov'un girişimini zayıflatır ve önemli soruları yok sayar. Eğer poetika edebi eserlerin genel yasasını oluşturma çabası içinde ise ilk sorulması gereken soru böyle yasaların var olup olamayacağı ile ilgili olmalıdır. Eğer gerekçelendirme olumlu cevabı destekliyorsa, diğer adımlara geçmek mümkün olabilir; fakat Todorov önce bir özelliği kabul edip, üzerine bir şeyler ekleyerek ilerlemektir ki bu durum tezinin güçsüzleşmesine neden olur.
Todorov'un poetika tanımının içerdiği sorunlardan bir diğeri de bu tanımın genelleyici gibi görünmesine rağmen aslında fazlasıyla dışlayıcı olmasıdır. Genel yasalarla ilgilenen  poetika, tikel eserler ile ilgilenmez,  o "[...] metnin dayandığı soyut yasaları bulmayı ve metni buna göre değerlendirmeyi öngörmektedir"(Erkman-Akerson 166). Peki, böyle genelleyici bir yapısı var gibi görünen poetika nasıl olur da aynı zamanda dışlayıcı olur? Bu soruyu yanıtlamak için başka bir soru daha sormak anlamlı olacaktır. Nasıl olur da tek bir yaklaşım bütün edebi eserlerin arkasında yatan nedenleri ortaya çıkarabilir? Bu durum esere ait pek çok başka özelliğin dışlanması anlamına gelecektir. Mesela yazarın yaşamının ya da eserin ortaya çıktığı toplumsal koşulların veya tarihin hiçbir önemi kalmaz ki Todorov bunları zaten edebiyat dışı olarak görmektedir (Todorov 33). Oysa tüm bunların edebi esere etkisi kaçınılmazdır; çünkü eseri oluşturan poetika gibi soyut bir kavram değil yazar ve onunla beraber gelen farklı koşullardır. Bazı eserleri döneminden, kimilerini ise yazarın öz yaşam öyküsünden ayrı tutmak mümkün değildir. Eğer Todorov'un iddia ettiği gibi poetikanın amacı olan genel yasaları bulma, sadece edebiyatın kendi içinde aranır ve diğer disiplinlerden ayrı durursa(37), böylesi yasalar oluşturmak imkansız hale gelir. Sonuçta, başka alanların tikel edebi eserler üzerindeki  etkileri kaçınılmazken, poetikanın konusu olan edebilik üzerinde hiç etkileri olmadıklarını iddia etmek anlamsız olacaktır. Oysa genel bir yasa bütün bu etkileri göz ardı eder.Dolayısıyla poetikanın amacı olan genel yasalar, aslında genelleyici olmaktan çok dışlayıcıdır.
Todorov'un poetika tanımının akla getirdiği diğer bir soru poetikanın işlevi ile ilgilidir. Poetikanın işlevi nedir veya ne olmalıdır? Yani, elimizde edebi eserlerin oluşmasını sağlayan, soyut ve genelleyici bir edebiyat teorisi varsa bunun bize sağladıkları ne olacaktır? Edebi eserler artık bu yasalar çerçevesinde mi yaratılacaktır? Bu soru Todorov açısından anlamsız olacaktır; çünkü zaten bu yasalar çerçevesinde oluşmaktadırlar. Peki, böyle bir yaklaşım metni daha iyi anlamamızı sağlıyor olabilir mi? Bu açıdan bakacak olursak, bir kere genel yasaların ne olduğunu kavradığımız zaman tüm metinleri anlamamız gerekecektir. Oysa, bu kavrayış önceden de belirttiğim gibi, kimi zaman bazı tikel veriler olmadan gerçekleştirilemez. Dolayısıyla poetikanın işlevinin ne olduğu tam olarak anlaşılamamaktadır.
Sonuç olarak, Todorov'un poetika tanımının yarattığı sorunlar göz ardı edilemez. Bu tanımın önkoşul olarak kabul ettiği genel yasaların varlığı, tanımın aslında genelleyici olmaktan çok dışlayıcı bir yapıda olması ve işlevselliğinin ne olduğunun pek anlaşılamaması poetika tanımının oluşturduğu sorunlardır ve bu sorunlar poetikanın mümkün olup olamayacağını tartışmalı kılar.
KAYNAKÇA
Erkman-Akerson, Fatma. Edebiyat ve Kuramlar. İstanbul: İthaki Yayınları, 2010.
Todorov, Tzvetan. Poetikaya Giriş. Çev. Kaya Şahin. İstanbul: Metis Yayınları

Orhan Pamuk ve İstanbul


Orhan Pamuk İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitabında çocukluğundan gençlik yıllarına kadar olan hayatını önemli ve değişik bir olgu üzerinden kurar: şehir. Öyle ki hayatını anlattığı kitaba yaşadığı şehrin adını verir. İstanbul, Pamuk için sadece içinde yaşanılan pasif bir mekân olmaktan çok onun hayatını doğrudan etkileyen, onunla bağ kuran ve kimi zaman biçimlendiren bir konumdadır. Bu yönüyle şehir bir mekân olmaktan çıkıp adeta bir karakter haline gelir. Peki, otobiyografi bir anlamda yazarın kendini nasıl kurgulamak istediği ile ilgili, “ben”i kurduğu bir edebi biçimse(Aksoy, 14), Orhan Pamuk otobiyografisinde yaşadığı şehri bu kadar ön plana çıkarırken nasıl bir “ben” kurgulamak istemiştir?
İstanbul’un Tarihinin Pamuk’unkine Yansıması
İstanbul’un yaşayan bir varlık olarak tarihsel süreci Pamuk’un kişisel yaşamında yansımalarını bulur. Bu yansımaları anlamak için ilk olarak şehrin Pamuk’un en çok vurguladığı özelliklerinden birini; Osmanlı’nın yıkılışının şehre verdiği duyguyu anlamak gerekir. Pamuk’un yıkım duygusu diye nitelendirdiği, şehrin tarihinin bir parçası olan Osmanlı’dan kopma ve yeni bir biçim alma süreci Pamuk’un kendi hayatını da derinden etkilemekte ve Pamuk da bu duyguyla önce savaşıp sonra onu benimsemektedir: “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkım duygusu, yoksulluk ve şehri kaplayan yıkıntıların verdiği hüzün, bütün hayatım boyunca, İstanbul’u belirleyen şeyler oldu. Hayatım bu hüzünle savaşarak ya da onu, bütün İstanbullular gibi en sonunda benimseyerek geçti”(Pamuk, 13). İstanbul’un bir zamanlar çok önemli bir konumdan şu anki “taşralaşmış” konumuna gelmesi kitap boyunca Pamuk’un bu durumdan duyduğu hislerle kendi hayatını oluşturması şeklinde ortaya çıkmakta. Bu durum Pamuk’un benliğine işlemiş durumda. Şehrin değişen çehresi Pamuk’un hayatını doğrudan etkilemekte. Orhan Pamuk’un çocukluk yıllarını geçirdiği şehir görkemli bir hayattan yoksul bir hayata geçen, yalıları yakılan, mahalleleri taşralaşan bir İstanbul olarak ortaya çıkıyor ve Pamuk’un tüm bakış açısını şekillendiriyor.
Şehrin geçirdiği tarihsel süreç Pamuk’un iç dünyasına yansıdığı kadar aynı zamanda ailesindeki koşullara da yansıyor. “Herkesin aynı ahşap konakta yaşadığı geleneksel büyük Osmanlı İstanbul ailesi” yavaş yavaş parçalanmaya başlıyor ve aile de tıpkı şehir gibi giderek yoksullaşıyor. Bu değişme de Pamuk’un çocukluğunu dolaylı da olsa etkiliyor ve bir bakıma şehir ile kendi yaşamı arasında bir köprü daha kurulmasına sebep oluyor. Sonuç olarak İstanbul’un Osmanlı zamanındaki ihtişamının maddi ve manevi olarak giderek yok olması Orhan Pamuk’un otobiyografik “ben”inin kurulmasında temel bir yer teşkil ediyor ve Pamuk’un hem iç dünyasında hem de yaşadığı ailenin içinde karşılığını buluyor.
Hüzün
Şehrin yıkım duygusundan kaynaklanan hüzün Pamuk’un hayatını anlattığı bu kitapta oldukça sık karşımıza çıkmakta. Hüzün İstanbul’un her yanına sindiği gibi Pamuk’un hayatına da siniyor. Şehrin “siyah beyaz” havası Pamuk’un kitap boyunca anlattığı kişiliğiyle örtüşür. Kitap boyunca Pamuk kendisini bir çeşit hüznün içinde ve onu seven hatta ondan zevk alan, ondan beslenen bir kişi gibi anlatır. Annesi ve babasının kavgalarının evde yarattığı felaket havasından hoşlanır(79). Yalnızlığın onda yarattığı hüzün duygusundan da aslında şikâyetçi değildir. Hatta ilk aşkını anlatırken bile yarattığı hüzün duygusundan mutlu gibidir. Fakat şunu unutmamak gerekir ki Pamuk hüzün kelimesini aslında tek başına yaşanan bir duygu olarak ele almaz. Onun için hüzün pek çok kişinin ortaklaşa hissettiği bir duygudur aslında ve bu yönüyle melankoliden ayrılır. “…İstanbul’un melankolisinden değil, bu duyguya benzeyen ve gururla içselleştirilen ve bir cemaat olarak hep birlikte paylaşılan hüzünden söz etmeye çalışıyorum. Bu, duygunun kendisi ile onu şehre duyuran ortamın birbirine karıştığı yerleri ve anları görebilmek demek”(93). Dolayısıyla kendi hayatındaki hüzün şehrinkiyle ve şehirde yaşayan tüm insanlarınki ile bir anlamda iç içedir ve ayrı düşünülemez. Pamuk, şehrin hüznünden de kendi hayatında olduğu gibi zevk alır. Hüzün, şehri aslında daha güzel gösterir. Gerçekten de manzara hüzünle güzeldir onun için. Şehrin hüznü onu siyah beyaz birer fotoğrafa dönüştürür ve daha güzelleştirir. Hüznün ve bu siyah beyaz atmosferin Pamuk’un kendisinin de güzellik anlayışı ile örtüştüğünü görürüz. Çocukluğunda kar yağmasını istemesinin sebebi olarak karda oynayacağını değil kar altında kalmış şehrin kendisine daha güzel gözüktüğünü söylemesi bundandır (45).
Başkalarının Gözleri
Orhan Pamuk kendi hayatını İstanbul ile ayrılmaz bir şekilde bütünleştirip anlattığı, bir bakıma “ben”ini şehir üzerinden kurduğu ve bunları yaparken zaman zaman şehir ile ilgili başka kaynaklardan yararlandığı için akla önemli bir soru geliyor: Pamuk gerçekten içinde yaşadığı, kendi deneyimlediği İstanbul’dan mı yoksa başkalarının deneyimlediği ve anlattığı İstanbul’dan mı söz ediyor? Bu soru otobiyografik metin için önemli bir soru; çünkü Pamuk’un kurguladığı “ben”in temellerini aydınlatıcı bir niteliğe sahip.
Pamuk İstanbul’u anlatırken pek çok sanatçının şehir üzerine düşüncelerinden faydalanıyor: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Reşat Ekrem Koçu’nun yazdıkları, Melling’in İstanbul manzaraları ve Gerar de Nerval, Theophile Gautier, Flaubert gibi sanatçıların anıları. Pamuk’un İstanbul’u bir bakıma bu sanatçılar vasıtasıyla Batılı ve yerli gözler, anlatımlar üzerinden kurulmuş bir İstanbul’dur. İstanbul’a bir yabancı gibi bakmak zenginleştirici bir öğe olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla İstanbul’a bu bir nevi dışarıdan bakış Pamuk için olumlu bir özellik olup şehri daha iyi anlamasına yardımcı olur. Batılı gözler ona başka “egzotik” bir İstanbul’un varlığını hissettirir. Peki, bu tarz bir bakış Pamuk’un kendi hayatına nasıl yansır? Pamuk böyle bir bakışın içinde yıllarca yaşadığı şehirle olan ilişkisini canlı tutmaya yaradığını söyler ve bu yabancılık hissini benimser ve ekler: “…bazen şehrin hiç değişmeyen bazı ana caddeleri ve arka sokakları, yıkılmakta olan ahşap evleri, seyyar satıcıları, boş arsaları ve hüznü hakkında bir batılı gözlemciden okuduklarım bana kendi hatıralarımmış gibi gelir”(225). Bu cümle belki Pamuk’un tıpkı “ben”ini İstanbul üzerinden kurguladığı gibi aslında İstanbul’u da okudukları üzerinden kurguladığına dair bir itiraf niteliği taşıyabilir.
Şehir – Sanat
İstanbul’un Pamuk üzerindeki bir başka önemli yeri Pamuk’un çocukluğundan itibaren kendini gösteren sanatçı kişiliğine olan etkisidir. Pamuk sanatçı kişiliğini diğerlerinden ayrı olduğunu kitabında sık sık dile getirir. Yaşama farklı bir bakışı, hayatı farklı algılayışı, ikinci dünyasına kaçışları hep bu yönünü vurgulamak içindir. Peki, Pamuk’un bu yönünü İstanbul nasıl sağlar?
Şehrin hüznü Pamuk’un sanatçı kişiliği açısından önemli bir noktadır. Şehre yayılan hüznün güzelliği Pamuk’un da güzellik anlayışını, dolayısıyla sanatını etkileyen bir yere sahiptir. Şehrin arka sokaklarında gezen Pamuk kırık dökük çeşmeler, eski konaklar, yıkık camiler arasında gezinirken bu hüzünlü yıkıntıların İstanbul’un ruhu olduğunu düşünür ve bu yapıları pitoresk güzellikler olarak görür(Pamuk 239). Pamuk’un dış dünyayı gözleme yetisi, duyarlılığı İstanbul’un yapısından beslenir ve böylelikle onun sanatçı kişiliğini geliştirir. Şehrin sokakları onun hayal dünyasının yerini alır. Çocukluğundan gençlik yıllarına kadar hayatındaki başlıca sanat dalı olan resim de bu gözlemlerden ve hüzünden payını alır ve Pamuk İstanbul’u ve özellikle şehrin arka sokaklarını resmetmeye başlar. Şehrin ona kendisini bir sanat malzemesi olarak sunması da bu noktada önem kazanmaktadır. Pamuk, İstanbul’u doğallıkla ve gördüğü şeyin o olması nedeniyle resmediyor. Bu bakımdan İstanbul sanat nesnesi haline dönüşürken bile doğallığını, Pamuk’un hayatına olan yakınlığını kaybetmiyor. Ayrıca İstanbul onu zorlama ve güzel olması gereken bir konu bulmaktan da böylelikle kurtarmış oluyor. İstanbul, Pamuk’un zaten var olan sanatçı kişiliğinin üzerine kendinden bir şeyler katıp onu zenginleştirir ve bunu yaparken de Pamuk’un kendisiyle olan bağını sanat nesnesi haline gelerek koparmaz. Böylelikle Pamuk hayal dünyasını İstanbul’un sokaklarıyla beslerken ve hüznün güzelliğini yakalarken, şehir ona tüm sanatsal yönlerini açar ve onunla bu yönden de bütünleşir.
Orhan Pamuk İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitabında hem kendisinin hem de İstanbul’un hikâyesini ya da daha doğru ifade etmek gerekirse birbirinden ayrı ele alınamayacak bu iki hikâyeyi tekleştirerek anlatıyor. Bu iç içelik ve kaynaşmışlık Pamuk’un kendi hayatını yaşadığı şehrin hayatı üzerinden onun vasıtasıyla kurup anlatmasından kaynaklanmakta ve otobiyografik ben şehir üzerinden kurgulanmaktadır.
KAYNAKÇA
Aksoy, Nazan. Kurgulanmış Benlikler: Otobiyografi, Kadın, Cumhuriyet. İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.
Pamuk, Orhan. İstanbul: Hatıralar ve Şehir. İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.